YIRTICI KUŞUN ÖMRÜ AZ OLUR
Gecenin en kesif anında, uykunun verebileceği tüm keyfi ziyadesiyle verdiği saatinde gecenin sessizliğini yaran bir acı siren sesi… Toparlandı, gözlerini üşüyen elleriyle ovuşturup saate baktı ,sabaha karşı gelen bu siren sesinin sebebini merak etti. Odanın içerisini kızıllığıyla yakan elektrikli ısıtıcıya ellerini tuttu.
Birkaç saniye sonra ayaklandı, parkasını sırtına geçirdi. Konteyner odasından dışarıya adımını attığında yüzünü yalayan soğuğu delerek ilerledi. Ambulansa doğru yürüyor ne olduğunu kavramaya çalışıyordu.
Gördüğü ilk sağlık personeline sordu : -Ne oldu ? -Bir yaralı. Suriye askeri. Bacağı… Bacağından yaralanmış. -Kendisini görebilir miyim ? -Tabii asteğmenim buyrun.
Ambulansa doğru yöneldiler. Yaralıya müdahale eden sağlık personelinden müsaade istedi. Suriyeli askere doğru yöneldi. Ağzından Ya Allah nidasından gayrı kelime dökülmeyen yaralı yaklaşarak ve yutkunarak Arapça birşeyler mırıldandı. Ne söylediğini kendisi de işitmemişti. Boğazını temizledi. Tekrar sesini yükselterek ‘Geçmiş olsun kardeşim.’diyebildi. Gözlerini kısmış ambulansın tavanına bakan yaralıdan Ya Allah dışında bir ses duyulmuyordu. Üç beş kelime Arapça bilgisiyle yeniden söze girdi.
‘Korkma, merak etme, iyi olacaksın, ben Türk askeriyim bize inan kardeşim.’ dedi. O ana kadar sancısıyla kavrulan ve etrafına kayıtsız kalan yaralı bu sözlerin üzerine irkildi önce sonra ise başını ondan yana çevirdi. Gözlerini dikerek iniltiyle sordu ‘Sen… Sen Türk askeri misin ?’. ‘Evet, evet ben Türküm askerim.’ dedi . Elini Arap askerinin eline koydu ve elini sıktı. Öylesine bir tokalaşmaydı, öylesine bir sarılmaydı ki bu sanki coğrafyalar sarılıyor, hasretinden eriyen dağlar su olup birbirine karışıyordu. Eller kollar değil kalpler sarılıyordu sanki. Bir başka manası vardı bu sarılmanın. Çanakkale’di bu sarılma, Yemen’di, Kut’ul Amare’ydi ve Barışpınarı’ydı, Zeytindalı’ydı, Fırat Kalkanı’ydı. Kısacık o sarılmanın nihayetinde ‘Şükran’dedi yaralı ve gözlerini Türk olduğunu az önce öğrendiği askerin gözlerinden ayırmadan bir kez daha Allah dedi. Sonra yumuşadı ve düştü eli. Son nefesini verdi şimdi Hakk’ın divanına ulaştı.
Ambulanstan ayrıldı, ısınmanın mümkün olmadığı o soğuk gecede göğsündeki yangını söndürmek için parkasının önünü açtı. Saatlerdir düşmana mermi yağdıran şerefli bir namlu gibi alev alevdi içerisi. Biraz yürüdü ve bulduğu ilk taş parçasının üzerine oturdu. Sırtını verdiği Türkmen köyünden memlekete doğru dikti gözlerini. Uzaklardan gelen ışıklara daldı. Bir bir selamladı tüm ışıkları ve tüm memleketi. Yüreğinin volkanından gelen bir ‘Of’ nidasını savurdu havaya. Elini parkasının cebine attı. Yıpranmış paketinden tütünleri saçılmış bir sigara çıkardı. Yakmaya niyetlendi elinden süzülen ıslaklığı farkedip parmağına baktığına yaralının kanının birazının bulaştığını gördü, mendilini çıkarıp elini sildi. Rüzgarla giriştiği mücadeleyi kazanıp yakabildi sigarasını. Rüzgarın soğuğuyla birlikte ciğerine ilk dumanı doldurdu.
Birden aklına düşüverdi ettiği yemin. Sessizce mırıldandı ‘’Ol deyince olduran !…’ . Gerisini getiremedi. Çocukluk arkadaşlarını düşündü gülümsedi. Yeni doğan ve henüz göremediği yeğenini düşündü hüzünlendi. Amcalık duygusunu doya doya tadamamıştı daha. Memlekette olmak, annesinin o çok sevdiği yemekleri yemek, babasıyla Cuma çıkışında meydanlıkta oturup çay içmek, abisiyle Cimbom’un son durumunu konuşup birilerine sinirlenip sonra Fatih Hoca büyük hoca bir yol bulur deyip abisine bakmak ve abisinin ‘Ulan bu sene de şampiyonuz!’ deyişiyle heyecanlanmak… Oysa şu anda tüm bunların uzağında, kaderin kemendine tutunarak yürüyordu bir yolda. Bazen soranlar oluyordu bu yol nereye diye. Mehmetçik gibi cevap veriyordu ‘Bu yol kızıl elmaya!’. Fikri şahan oluyor kah Rumeli’nde komitacı peşinde uçuyor, kah bir barut olup Enver’in revolverinde patlıyordu, kah bir at gibi kanatlanıp koşuyordu Mustafa Kemal’in ardından Anafartalar’da. Birden kendini buluyordu Çegan’da mitralyözlerin arasında can veren Enver Paşası’nın mübarek naaşı başında, bazen kandaşı Fırat’a yanıyordu İzmir sokaklarında, bazen iliklerine kadar üşüyordu Muhsin Reis’inin huzurunda Keş Dağı’nda ve hiç aklından çıkarmıyordu Suriye bozkırında kanını bayrağa emanet eden Musa Özalkan’ı.
‘’Asırlar boyu bulunduğu her coğrafyada, her memlekette, her toprağın üzerinde ve altında güven timsali olmuş bir milletin tarihin hiçbir döneminde kahramansız kaldığı görülmemiş, işitilmemiştir. Ve kahramanlar can veriyor yurdu yaşatmak için ! Cenab-ı Allah insana verdiği her nimetin şükrünü edasıyla sorumlu tutuyor inananları. Her nimetin bir şükür biçimi olduğu gibi Türk olmanın da muhakkak bir şükür hali olacaktır ve vardır ! Bu şükrü kalemiyle, şiiriyle, sözleriyle ve canıyla ifa eden her birini Türk bayrağını addettiğimiz yiğitler kervanına katılmak için ne durmaktayız neyi beklemekteyiz ! Ferman verilmiştir ‘Her birimiz ayrı ayrı Türk bayrağıyız ve bu bayrağı canımız pahasına kirletmeyeceğiz!’.
Namus borcumuzdur, ödeyeceğiz. Necip ve şerefli milletimiz aleme nizamı getirecek büyük fikir ve kan mücadelesini asırlardır olduğu gibi yine yürümektedir şanlı ordumuzla, aziz şehitlerimizle ve can paresi evlatlarıyla. Müslüman Türk evlatlarının bu mücadelesinde İbrahim (as)’e su taşıyan karınca kadar bile olsa emek veren, cehd eden herkesi Adriyatik’ten Çin Seddi’ne kadar dolu dolu selamlıyor, tebrik ediyor, kutluyorum.’’
Bunları yazmıştı not defterine. Bu hislerle yanan yüreğinden süzülen apak kelimelerdi bunlar. Şimdi bu defter nerededir ve kimdir bu arkadaş diye merak etme ey okur. Geç hele aynanın karşısına da dön bak kendine, sensin o civanmert, sensin o sungur. Senin de mücadeleni okuyacak, senin de hikayeni ezberleyecek , seni de bir bayrak gibi yüreğimizde dalgalandıracağız.
Allah yardımcın olsun ey arkadaş.
Yazan : Ali Bayraktaroğlu

Yorum gönder